Postmodernizmin Hiçliği Üzerine

Bugün dünyanın en zengin 42 kişinin mal varlığı dünyanın %50’sine denk düşüyor ki bu 3.6 milyar insan demekmiş. Yüzde birlik kesim dünyadaki paranın %82’sini kontrol ediyor. (Ender Helvacıoğlu – Uygarlıktan Kurtulmak, s. 15) Ekonomik olarak üç buçuk milyarlık nüfusun kırk iki kişiye denk olması korkunç bir şeydir. Burada bir güvenlik sorunu doğuyor haliyle, üç buçuk milyar insanın harekete geçmesi, hatta daha minimum ölçekte dünyada yüz milyon insanın bu adaletsizlik karşısında eyleme bulunması tüm düzeni yıkmak için yeterli. Çünkü bugün parayı elinde tutan gerçekten bir avuç insandır. Peki ne oluyor da bu sistem böyle sürüp gidiyor? Eskiden çok daha sert işkencelerle cezalandırılacağını bilmelerine rağmen ezilenler harekete geçiyordu, bugün daha yumuşak bir ortam olmasına rağmen insanlar o işkenceleri göze alanlardan daha çok korkuyor. İşte bu sorunun cevabı Postmodernizme giden yolun başlangıcıdır, bu sorgulama yapılmadan ne bugünün dünya düzeni anlaşılabilir ne de postmodernizm siyasal tabanda sağlıklı değerlendirilebilir.

Yıllar önce yaşananlardan farklı şekilde artık ezilenlerin kaybedecek bir şeyleri var. Daha doğrusu kaybedecek bir şeyleri olduğuna inandırılmışlar. Bu inanç burjuvaziye karşı olabilecek her türlü isyanı küçültüyor, önemsiz bir noktaya taşıyor. Eski çağlarda toplumlar dinle uyutulurdu, bugün ise temelde dinle aynı dinamiklere sahip, insanlara sorgulanamaz inançlar yükleyen Postmodernizm var. Peki nedir bu postmodernizm, nasıl kullanılır, kitleleri nasıl uyutur?

Postmodernizm kabaca doğruların insandan insana değiştiğini iddia eder, mutlak doğru kavramını ortadan kaldırır. Haliyle bireysel düşünce, bireysel özgürlük daha ön plana çıkar. Artık kolektif olanın bir değeri yoktur, birey toplumdan şahsına münhasır fikirleriyle ayrılır. Bu nedenle özgürlük ile eş anlamlı tutulur, kişileri prangadan kurtardığını iddia eder. Oysa bu sadece görüntüden ibarettir. Özgürlük dediğimiz çok tuhaf bir kavram, insanı ters bir şekilde prangaya mahkûm edebilir. Hürriyet onun anlamını bilmeyenleri köleleştirir.

Şöyle bir örnekle açıklayayım: Merve genç, güzel bir kadın. Hayat dolu, neşeli, postmodern kültürle büyüdüğü için kendisine önem veriyor. Bu güzel bir şey ancak sahip olduğu serbestliğin içini dolduracağı bir dünya görüşü yok, sonsuz özgürlüğü güzel bir şey sandığı gibi her konuyu bireysel gerçeklikle ele almaya alışmış. Dahası kolektif bilincin eksikliği nedeniyle aidiyet hissini kaybetmiş durumda. Yani bir “takımın” parçası değil. Kendi başına kendi değerini üretmek zorunda ancak bunu yapamıyor, yaşı ve içinde olduğu kültür itibariyle üstesinden gelemiyor. Sosyal bir canlı olan insanın kendi değerini oluşturması, kendisini buna ikna etmesi çok zor, herhangi bir dayanak noktası, hakikati çünkü. İnsan kendisini en çok “önemli işler yapan bir takımın parçası olduğunu hissettiğinde” değerli hisseder. Bu elinden alındığı için boşluğu dolduramıyor. Yolunu kaybetmiş, yaşamına nasıl anlam yükleyeceğini bilmeyen Merve doğal bir refleks olarak araklama yöntemine başvuruyor. Yani insanlara bakıyor, çoğunluk ne yapıyorsa onu taklit ediyor. Hiç gereği yokken dudak dolgusu yaptırıyor örneğin, o sene ne modaysa yakışsın yakışmasın onu giyiyor vs. Bu konuda sosyal medyanın da korkunç etkisi var elbette. Sosyal medyanın zararlarını uzun uzun yazıyı aşağıya bıraktım dileyen daha detaylı bilgiye ulaşabilir:

Merve bir özgürlüğe sahipti ancak geçen zaman onu modanın, kitlesel seçeneklerin kölesi yaptı. Reklamcılık dünyası ona kusursuzluğun, mutlak iyinin güzel bir şey olduğuna inandırdı. İnsanı özgün kılan şeylerin kusurları olduğunu bir türlü göremedi. Ancak bütün bunlar Merve’yi tatmin etmedi çünkü seçtiği yol evrimsel kodlarla bağdaşmıyor. Merve sevdiği bir insan tarafından “Çok güzelsin” lafını duymak istiyor, beyni organik bir ilişkiyi arzuluyor. Ancak o sosyal medyanın beğeni kültürüne mahkûm, fotoğraf atınca yüzlerce beğeni alması gibi kendisini hayata bağlayan önemli duygusal kazanımlara karşı hissiyatı azalıyor. Sonuçta Merve ne yaparsa yapsın kendisine değer veremiyor. İnsan kendisine değer verdiği, kendi değerini fark ettiği ölçüde hayatı anlamlandırabilir. Bu nedenle Merve hayatına anlam yükleyemiyor. Gerçek hayattaki kıtlığı sanal dünyadaki aşırı bollukla tatmin etmeye alışmış. Hiçlik bir şeyin yokluğu değil çokluğudur. Kısacası Merve hiçliğe mahkûm oluyor bu kültür yüzünden.

Çevreme baktığımda bütün insanların aynı şeylere güldüğünü, aynı esprileri yaptığını, ezberletilmiş düşüncelere sahip olduğunu görüyorum. İşte Postmodernizmin yalanı budur, bu yalan uğruna insanın en önemli kazanımını, organik ilişkileri, beynin ihtiyacı olan doğal mutluluğu, yine evrimsel kodla gelen “bir takımın önemli parçası olma arzusunu” elinden alır. Toplumdan kendini soyutlamış, kolektif olan hiçbir şeye bağlı olmayan, hiçliğini anlamlandırmak için sosyal medya gibi anlık hazlara kendini teslim etmiş bir yığın insan var, bunlar kültürel vebaya yakalanmış hastalardır. Postmodernizm bunlarla beraber kitleleri bir şeye ikna eder, artık herkesin kaybedecek bir şeyleri vardır. Kişilere indirgenmiş doğrular bireysel dünyalar yaratır, kişinin “dilediği” gibi yaşayabildiği bir ortam olduğunu iddia eder. Bu sahte özgürlük kapitalizmin dinamikleri ile birleştirilip “çalışıp yükselme” kültürünü daha çekici hale getirir. Modern insanın en büyük yarası da böyle uyuşturulmuş olur. Sıradan insana şöyle seslenir: “Sen özgürsün, dilediğini yapabilecek serbestliğe sahipsin. Çok çalışırsan sen de zengin olabilirsin. Bu imkânsız, başarılı olan pek çok örnek var. O halde sen de en az onlar kadar çalışmalısın.” Bu ikna edici olur, modern insan hayatındaki hiçliğe son verecek bir amaç sahibi olur. Kolektif bilinçten uzaklaştıkça, “bir takımın oyuncusu” olmadıkça, kendi evreninin dar kalıplarına sıkıştıkça hayatı anlamlandıramayacağını bir türlü göremediği için durumu kabul eder. Peki bu mümkün müdür, çalışıp çabalayınca biz de zenginler kervanına katılabilir miyiz? Bu postmodern düşünceyi savunanların en çok sığındığı argümanı çıkarır ortaya: Evet bu konuda pek çok örnek mevcut. Ancak onlar dünya nüfusuna oranla bir avuç insan. Üç buçuk milyar insanın ekonomik olarak kırk iki kişiyle eş değer olması da bunun kanıtı zaten. Bu konuda bir diğer husus ahlaki sorgulamanın yeteri kadar yapılmamasıdır. Dünya adil dağıtıldığında tüm insanlığa huzur getirecek kaynağa sahiptir, sabah sekizden akşam sekize taksitlerini yıllarca ödeyeceğin bir ev ile bir araba almak için çalışmana gerek yoktur. Bir şeyin mümkün olması insanın ona mahkûmiyetini meşrulaştırmaz. Kaldı ki bu hiçbir şekilde meşru değil çünkü fırsat eşitsizliği korkunç boyutlara ulaştı.

Bir diğer dikkate değer kısmı bu kültürün tamamen algı yönetimi üzerine kurulmuş olmasıdır. Algı yönetimi dendiği zaman akla kitle iletişim araçları gelir, bunlarla bir gerçeklik yaratılır, kitlesel manipülasyonun zemini hazırlanır. Bugün kitle iletişim araçları da burjuvazinin elindedir, insanları yönlendirecek her şey sermaye sahipleri tarafından ele geçirilmiş durumdadır. Propagandanın kültürel dünyayı manipüle edebildiğini Edward Bernays, siyasal anlamda bireyleri yönlendirebildiğini, kitle galeyanı ile en hukuksuz şeyleri bile meşrulaştırabildiğini Goebbels gösterdi. Bu konuda propagandanın ortaya çıkışı, gelişimi, kültürel anlamda tüketim, siyasal anlamda bilinçsiz toplumunun temellerini nasıl attığını anlattığım yazı var, aşağıya linki bırakıyorum orada daha detaylı bilgi edinebilir:

Rusya Ukrayna ile savaşa girdiğinde ABD tüm medya kanallarıyla dünyayı protestoya çağırdı. Hemen her yerde gösteriler yapıldı, dünya üzerinde toplamda belki on milyon insan bu gösterilere katıldı. Savaşta kimin haklı kimin haksız olduğu ile ilgilenmeden şu soruyu sormak istiyorum: Dışarı çıkan onca insandan kaç tanesi savaşın gerçek sebebini biliyordu? Nazi döneminde Almanya’da yaşayan insanların kitlesel imhadan haberi yoktu mesela. ABD 11 Eylül ile Ortadoğu’ya girdiğinde demokrasi götürme bahanesine sığınmış, bunu kabul ettirmemiş miydi? Bu örneklerden şu çıkarılmalıdır: Hiçbir bilgisi olmayan milyonlarca insanı yönlendirebilirsiniz, istediğinizde sokağa dökebilirsiniz.

Bütün bunlardan çıkarılan sonuç şudur: Postmodernizm algı yönetimi üzerine kurulan, Adolf Hitler’in aksine faşizmi güler yüzle sunan bir vebadır. Köleleştirir, insanı hayata bağlayan hakikatlerden uzaklaştırır. Kitle iletişim araçlarıyla insanlara özgür olduklarını sürekli olarak belirtir. Çalışırsan istediğin ayakkabıyı alabilirsin. Bu senin elinde! Bunu yapan insanlar var mı, var, o halde bu meşrudur! Bu önerme şöyle bir şeyi olağan gösterebilir: Naim Süleymanoğlu 190 kiloluk halter kaldırmıştı, demek ki kaldırılabiliyor, o zaman isteyen bunu başarabilir.  Bu ne kadar komik geliyorsa modern dünyanın insana söyledikleri de aynı oranda komiktir. Yıllar önce işçiler –özellikle İngiltere’de- mezbaha gibi dairelerde toplu kalıyorlar, yirmi saat çalışıyorlar, verdikleri emeğin karşılığında doğru düzgün yemek bile yiyemiyorlardı. Ölümden beterdi, bu nedenle harekete geçebildiler. Bugünün insanının ise kaybedecek çok şeyi var! En başta “özgürlüğü” var, yukarda anlattığım gibi. Eskiden insanlar açlıktan ölüyorlardı, bugün de ölüyorlar ancak bu kitle iletişim araçları ile örtülüyor. Geri kalan insanlar yaşadıkları hayatın güzel olduğuna inandırıldıkları için ev araba sahibi olmayı hayatın gerçek anlamı sanıyorlar. Yaşadıkları dünyanın karanlık olduğunu bilseler dahi kolektif bilinçten, “takımdan” uzaklaştırıldıkları için kendilerini güçsüz hissediyorlar. Yine de kendi dünyalarında dilediği şeyi yapabildiğine inanıyorlar. Oysa bütün bunlar komediden ibarettir, dünyanın elle tutulur çoğunluğu köle gibi yaşamaktadır.

Sosyal Medyayı Bırakınca Neler Değişiyor, Sosyal Medyanın Zararları: https://l24.im/wp8QZrI

Bernays’tan Goebbels’e: Modern Propagandanın Doğuşu Ve Gelişimi: https://l24.im/NVaQP4S

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir