Platon’un Felsefesi ve Karanlığı

Platon şüphesiz felsefeyi çocukluktan yetişkinlik çağına yükseltti. Kimsenin reddetmeyeceği bu gerçeğin karşısına daha farklı bir tartışma konusu yöneltiyorum ben de: Bunu gerçekleştirmekle felsefe ve insanlık adına doğru bir adım mı attı? Ben bu soruya hayır yanıtını verenlerdenim, bence gerekli olgunluğa erişmemiş bir çocuğun doğal olmayan yollarla bir anda yirmi yaş büyümesinden başka bir şey değildi bu.

Platon’un felsefesinden önce yaşadığı ortamın genel durumuna bakalım çünkü düşünme biçimini en çok etkileyen unsurların başında bu gelir. Kaotik bir ortamda doğup büyüyen, merkezi bir otoritenin ve dolayısıyla disiplinin eksikliğinin çekildiğine şahit olan diğer filozoflar gibi Platon da “değişmeyen”, “statik”, “belli bir adaletin ve düzenin olduğu”, “asayişin şiddetle değil –çünkü bunu acı bir şekilde tecrübe etmiştir- meşru ve doğal yollarla sağlandığı” farklı bir evren düşlemiştir. Bu pratik, felsefe ve siyasal düşünce tarihinde en sık görülen şeylerden birisidir.

Örneğin Thomas More siyasi ekonomik eşitsizliğin derinleştiği (doğduğu zamanda İngiltere’de 70 bin dilenci vardı, 8. Henry’nin dört yılda hırsızlık ve serserilik suçundan idam ettiği insan sayısı da 70 bin civarındaydı [1]) bir dönemde doğup büyüdüğü için kargaşadan, eşitsizlikten ve şiddetten bağımsız bir evren düşlemiş bunu Ütopyası ile somutlaştırmıştır. Bir başka örnek Machiavelli özerk İtalyan kent devletlerinin birbiriyle kavgaya tutuştuğu ve siyasi otoritenin olmadığı dönemde yaşamıştır. Yazdığı Prens kitabında iyi bir yöneticinin özelliklerini yazarken “her şeyi hale yola koyacak” bir diktatöre olan özlemi dikkat çeker.

Platon da Polisin çözülüşünün başladığı [2] zamanların canlı şahididir. Eski refahın yerini iç ve dış tehditlerin aldığı bir kentte doğup büyüyen Platon’un fikirlerinde de sabit, değişmeyen ve her şeyi belli düzene koyan unsurlara özlem duyulduğu görülür. Bu en fazla idealar kuramı ve buradan hareketle ideal devlet açıklamasında karşımıza çıkar. Ona göre “nesnelere özünü veren, nesnenin o şekilde olmasını sağlayan idea ‘sonsuz ve değişmezdir.’ Nesneler ideaların kopyalarıdır ve tüm bu ideaların olduğu insan zihninin dışında bir evren bulunur, idealar evreni budur. [3]” Platon bu idealar evrenine ulaşmayı amaçlar ancak devlet kuramına geldiğimizde görürüz ki bu evrene “ruhunda filozofluk taşıyanlar” ulaşabilir. Bu filozoflar gerçekleri görecek –mağaradaki gölge örneği- idealar evrenine ulaşacak ve gördüklerini diğer sıradan insanlara anlatacaktır.

Burada durdurup kuramın tehlikesini açıklayalım. Platon doğadan bağımsız bir evren çizer. Bu sadece belli başlı insanların gerçekten görebileceği tüm nesnelerin özünü oluşturan bir dünyadır. Burada iki önemli tehlike göze çarpar. Birincisi akıl yürütme ve hayatı sorgulama pratiğinin tamamen teolojik dinamiklere mahkûm edilmesidir. Platon ve Sokrates’ten önceki filozoflar doğa araştırmaları yapan, evrenin sırrını açıklarken gözlemden faydalanan düşünürlerdi. Ancak Sokrates ve Platon “duyuların aldatıcı olduğunu” savunmuştur. Böylece gerçek bilgi ve erdemi tamamen insanın kendi soyut gerçekliğine bağlamıştır. Bunu yaparken öne sürülen hakikatin sağlamasını yapacak hiçbir koşul ortaya koymamışlardır. İçinde filozof ruhu ile doğan bireylerin nasıl ayırt edileceği belirsizdir, ideal devlet anlayışında bu insanların ayrı bir eğitime tabii tutulması gerektiğini söyler ancak bu kişilerin filozof olduğunu nasıl anlayacağımız konusu belirsizdir. İkinci büyük tehlike ise sınırları sert çizilmiş bir kast sistemi öne sürmesidir. Platon’a göre her insan bir ruhla doğar, kimisi savaşçı, kimisi filozof, kimisi tabiri caizse ayakçıdır. Bu sınıflar arası ortaya kast sistemi koymaktadır. Yani filozof olanlar önceden bellidir ancak neye göre olduğu muammadır. (İlerde bunu sınıfsal olarak ele alacağım).

Bu iki önemli unsur Hıristiyanlığın ve diğer dinlerin soyut dünyasına ve soyut düşünme biçimine muazzam bir uyum sağlar. Zaten kuramın yarattığı tehlike de burada ortaya çıkar. Hıristiyanlık ilerleyen yıllarda Platon’un bu öğretisini referans aldığı için düşünsel dünyaya kâbus gibi çökmüştür. Her şeyin doğru olduğu bir evren var ve ona sadece belli kişiler ulaşabilir. Duyular da insanları aldatır. Yani o dönemde toplumda fazlasıyla saygı gören bir din adamı çıkabilir, öne sürülen ve koşulsuz kabul edilen “insandan ve gözlemlerden ayrı” bir evrenin gerçeklerine hâkim olduğunu ileri sürebilir. Başka dine inananların yakılması gerektiğini söyleme cesaretini işte bu “bağımsız evren” gerçekliğine dayanarak iddia edebilir. Bugün dini unsurlara bakıldığında Platon’un idealar kuramının canlılığını koruduğu açıkça görülüyor zaten.

Kuramın kast sistemiyle daha tehlikeli boyuta taşındığını yazmıştım. Toplumun belli bir kesimi sadece idealar evrenine ulaşıyor ve bunun gerekçesini hiçbir şekilde bilmiyoruz. Tamamen insana bağlı bir felsefe olduğu için sağlama yapacak materyal de elimizde bulunmuyor. Bu konuda Platon’un “adalet” söylemi ön plana çıkıyor. Antik Yunan döneminde – hatta Ortaçağ’da bile bu gelenek devam etmiştir- adalet kavramı değişikti. Her insanın doğasına uygun yaşaması ve toplumda buna göre yer almasına karşılık gelmekteydi [4]. Platon’un adaleti de buna benzer, her insan bir ruhla doğar ve bu toplumsal karakterini belirler. Filozof doğan kral olmalıdır, savaşçı şövalye olmalıdır, ayakçı da ayakçı olmalıdır. Platon’un her kuramında olduğu gibi burada da bir belirsizlik göze çarpar. Kendisi dönemin en soylu ailelerinden birine mensup olarak doğup büyümüştür ve tam bir zengin hayatı yaşamıştır. Kendisini şövalye ruhlu gördüğü pek söylenemez, ayakçı olmadığı da aşikârdır. Filozof ruhlu olduğu da kesin gibidir. Sınıfsal açıdan bakıldığında Platon’un filozof ruhlu insanlarının aristokrat sınıfına mensup olduğu ortaya çıkar. Çünkü onlar ayrı eğitime tabii tutulur ve ayak işlerine, savaşa ayıracak vakitleri yoktur. Demek ki bunlardan bağımsız bir sınıftan bahsedilmektedir; hayatını eğitime adayacak lükse sahip olanlar işaret edilmektedir.

Platon sınıflar arası geçişi tamamen kapattığı için düşüncesindeki filozoflardan kastı bence dönemin aristokratlarıdır. Bu adalet anlayışının Hıristiyan adaletiyle muazzam bir uyum sağlaması ilginçtir, Platon’un yarattığı idea geleneği pek çok açıdan ilerleyen yıllarda ruhban sınıfının işine yaramıştır. Onlar da bu geleneğin ekmeğini bir güzel yemiştir. O nedenledir ki Aristoteles’in keşfi düşünce dünyasında değişikliğe neden olmuş, Kilisenin bayraktarlığını yaptığı düşüncenin yıkılmasında pay sahibi olmuştur. Duyumcu, doğa araştırmalarına önem veren, felsefeyi üretken, pratik, teorik olarak üçe ayıran ve madde form ilişkisiyle Aristoteles daha dinamik, duyuma daha çok önem veren, koşullara göre esneyebilen ve doğa yasalarına yüz çevirmeyen bir düşünce ortaya atmıştır. Bu da Platoncu “ilahi düşünme biçimini” yıkmıştır.

Yazının başında belirttiğim gibi Platon’un felsefeyi çocukluk çağından alıp yetişkinlik çağına yükselttiği doğrudur. Bildiğim kadarıyla çocuklar ergenlik çağına kadar soyut kavramları algılayamazlar. Bu da onlarda kafa karışıklığına, öğrenim bozukluğuna yol açar. Bu örneğe benzer şekilde Platon çocukluk zamanlarında felsefeyi soyut kavramlarla tanıştırmakla hata yaptı bana göre. Her şeyi insana ve düşüncesine mahkûm ederek felsefeyi teolojik bir kalıba sokması bence Avrupa düşün dünyasına atılan bir kazıktı.

Not: Köşeli parantez içine aldığım yerler M. A. Ağaoğulları Batıda Siyasal Düşünceler ve Russel Batı Felsefesi Tarihi kitaplarından alınmıştır.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir