Atatürkçülüğün Dünü Bugünü ve Yarını

 

Cumhuriyetin 100. yılına girmeye hazırlandığımız bugünlerde, cumhuriyetin kurucu ve asli unsuru olan Atatürkçülüğün dününe, bugününe, yarınına bakmak gerektiğini düşünüyorum. Bir eşi benzeri yoktur ki dünyada hiçbir lider onun kadar yanlış anlaşılsın hele ki bu kurucusu olduğu ülkenin evlatları için geçerlilik göstersin. Cumhuriyetin 100. Yılına girilirken yaşanacak olan değişimleri Atatürkçülük kıstasıyla değerlendirmek, onun yarınlar için de reçete olduğunu göstermek için önce ön yargıları tekrar yıkmak gerekecek. İlk durağımız da “ideoloji” kavramı üzerine olacak.

Atatürkçülük bir ideoloji olarak kabul edilmektedir ve bu kavram postmodern dünyada adeta linç ediliyor. Bunun arka planında yatan neden ideolojinin yanlış anlaşılması, onun siyaset üstü bir şey olduğunun bilinmemesidir. Atatürkçülüğün hatalı algılanması da ileride daha detaylı bahsedeceğim üzere, kavramın sadece siyasal sınırlara hapsedilmesidir. Bu nedenle önce bunu doğru bir biçimde tanımlayalım.

İdeoloji kelimesinin TDK’deki karşılığı tam olarak şudur:

Düşünbilimsel, toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan, ülkü olarak da benimsenebilen, kişi ve kurumların davranışlarına yön veren düşünceler bütünü.

Buradan ideolojinin politik düşünceler üstü şeylere temas ettiği görülüyor. Peki bu siyaset üstü şeyler nedir? İdeoloji bir insanın düşünme biçimidir ve bu hayat algısına karşılık gelmektedir. Yani bir bireyin hayatı, eylemleri, durumları, kavramları ele alış biçimi de buna dâhildir. Bu noktada modern dünyada ortaya çıkan “İdeolojilere inanmıyorum” sözü bir bakıma düşünmeye inanmıyorum demekle eşdeğerdir. Kavram siyasal düşünceler üstünde bir yerde hayat algısına temas ediyor ve bu da insanı diğer canlılardan ayıran asli unsurların başında geliyor. Yani “ideolojilere inanmamak” da bir ideolojidir.

Bu ayrımı Atatürkçülüğü salt politik sistemden felsefeye taşır, diğer düşünce biçimlerinde olduğu gibi o da dünyayı algılama biçimiyle alakalı olarak ele alınmalıdır. Sadece siyasala sıkışmış ideolojiler güncelliğini yitirebileceğinden onları felsefi açıdan ele almak gerekir. Atatürkçülük özelinde bu da doğru sorulara doğru yanıt vermekle başlar:

“Atatürk dünyayı nasıl algılıyordu?”, “ona göre yaşamın anlamı neydi?”, “bütün başarılarına temel oluşturan ana unsur ne?”, “olaylara ve eylemlere bakış açısı nedir?” vs. Bu suallere doğru yanıt vermek gerçek Atatürkçülüğün anlaşılması için gereklidir. Onu sadece Cumhuriyetçilik, Devletçilik vb. üzerinden değerlendirmek onu siyaset arenasına indirmektir ve bugün kavramın içini boşaltan da budur. 2022 yılında Atatürkçülük bir politik tavır olarak ele alınıyor ve bu da bilerek yapılıyor. Çünkü siyaset arenası doğrudan yanlıştan ziyade güçlü ile güçsüzün mücadelesini koyar ortaya. Atatürkçülüğün siyasete indirgenmesinin nedeni bu kavramın içeriğini boşaltabilmekti. Bunda başarılı da olundu. 99. Yılında Türkiye Cumhuriyeti’nde Atatürkçülük sadece politik açıdan ele alınıyor ve bu kavramla akla sadece seçme seçilme hakkı, Cumhuriyetçilik vs. geliyor. Buna sonra değineceğiz şimdi konumuza dönelim.

Atatürk dünyayı nasıl algılıyordu? Aslında bu soruyu kendisinin yaşamına bakarak çok rahat teşhis edebiliriz. Kendi ifadelerinden bir sentez oluşturduğumda ana hatlarıyla şöyle bir şey çıkıyor ortaya. Atatürk kafaya koyduğu şeyleri takıntı boyutuna getiren bir insan öncelikle, bir şeyi istediğinde onu ele almadan bırakmayan biri. Çalışmayı yaşamın merkezine koymuş, kendi tabiriyle çalışmaktan başka bir şey bilmemiş. Günün şartlarına uygun yaşamayı, yani uygarlığı rehber edinmiş. Bu nedenle Vals öğrenmiş, Fransızca öğrenmiş. En önemli özelliği de karamsarlığa düşmemesi çünkü herhangi bir şeyin imkânsız olmayacağına dair çok takıntılı bir düşüncesi var.

Atatürk’e göre yaşamanın anlamı kendisi de söylediği üzere çalışmaktı. Başarılarına neden olan asıl unsur da buydu. Kısacası o liderlik ve ileri görüşlülük gibi doğuştan gelen özellikleri dışında her şeyi çalışarak elde etmiş bir adam. İşte Atatürkçülüğün gerçek anlamı budur. Kendisi de çalışmaya dayalı düşünce biçimini siyasal anlamda ortaya koyduklarından daha ön plana çekmiştir.

Atatürkçülük felsefesi çalışmayı ve eylemi merkeze alır, anlama dair her şey o kümenin yanında şekillenir. Yaşama dair en temel düşüncesi hiçbir şeyim imkânsız olmadığı ve yolu eylemle kesişmemiş hiçbir şeyin pozitif geri dönüş sağlamayacağıdır. Çağın dinamiklerini yakalamak sadece uygarlığa yetişmek anlamına gelmez. İnsanlar bir ülkenin olduğu kadar dünyanın da vatandaşıdırlar ve ondan bağımsız kalmak cehaletle eş değerdir. Bugünün dünyasının temel dinamiklerine haiz olma, eylemleri ve olayları bunlara göre algılamak gerekir. Çünkü Atatürk çalışan her genci potansiyel bir devrimci olarak görmüş, çağı yakalamayı onlara görev olarak sunmuş, bu nedenle kendilerini sürekli olarak geliştirmeleri gerektiğini söylemiş. Sırf bu nedenlerden ötürü karamsarlığa hiç kapılmamış.

İşte bu noktada siyasal ideoloji olarak Atatürkçülük ile felsefe olarak Atatürkçülük arasında bir ayrım başlıyor. Yolun sonunda da bu ayrım hiç olmadık yerlere varıyor. Onun felsefesi çalışmak, sürekli hareket etmek iken Atatürkçülüğün sadece politik alandaki karşılığı Cumhuriyetçilik, laiklik vs. oluyor. Bugün Cumhuriyetçi ve Laik olmanın kimlik olarak bir karşılığı var. Yani Atatürkçü geçinenler de onun siyasal alandaki varlığına bilerek ve isteyerek sıkışıyorlar. Neden böyle oluyor? Çünkü onların da işine geliyor. Politik anlamda Atatürkçülüğüm beni mevcut rejime olan isyanımı dile getirir, modern zamana uygun düşünceleri olduğu için kendimi “geri kalmış” hissetmem. Yeni düşünceler ortaya koymama gerek yoktur çünkü onun yolundan ilerlemem yeterlidir, mevcut duruma çözüm bulmak için kavramları değiştirmeme, onları bugünün dünyasına uydurmama da gerek yoktur çünkü Atatürk modern dünyaya uygun siyasal sistem koyar ortaya. Kısacası bu ideoloji oturduğum yerden bana bir kimlik kazandırır, hiçbir çaba sarf etmeden modern, çağdaş, aydın, ilerici bir insan olur çıkarım ve bunu sadece tek bir kelime ile hallederim.

Bu ideolojiyi siyasetten felsefeye taşıdığımızda ise o ayrımın derinleştiğini görüyoruz. Eğer ben Atatürkçülüğün felsefesine odaklıysam çalışmamak gibi bir lüksüm yoktur çünkü hayatta eylemle kesişmemiş hiçbir şeyin anlamı olmadığını bilirim. Çalışmayı merkeze aldığım için bu içselleştirdiğim bir kazanım olur ve bunu dünyadan ayrı bir yere koymam, her gün onun yolundan geçerim. Çağa ayak uydurmayı görev bildiğim için var olan sorunlara güncel bir bakış açısı geliştirmem gerekir, bu da kavramları sorgulamamı sağlar. Modern dünyaya ayak uydurmam gerektiği bilinci beni sanata, kültüre ve edebiyata yöneltir, tıpkı Atatürk gibi sanatın değerini anlarım. Kitap okumakla mükellef hissederim kendimi çünkü olaylara/insanlara empati yapmamı sağlar. En önemlisi de karamsarlığa düşmem, sürekli çalıştığım ve yaşamımı eylemle doldurduğum için karamsar olmama da vakit kalmaz. Zaten içselleştirdiğim kavram olanaksız dedikleri her şeye bir çözüm sunar.

Kısacası felsefe olarak Atatürkçülüğü benimsemek durmadan çalışmayı gerektirirken, siyasal anlamda Atatürkçülük bana oturduğum yerden bir kimlik kazandırır. Birisinde Atatürk gibi yaşarım diğerinde onu tekrar ederim. Birinde kendimi geliştirmeme gerek kalmaz isyan ederim diğerinde ortaya sürekli bir şeyler koyarım. Bugünün Atatürkçülüğü siyasal kalıplara sıkıştırılmıştır. O sadece ortaya koyduğu sistemle ele alınır olmuştur. Bu da bugünün aydın geçinenleri için bulunmaz bir fırsattır. Çünkü çaba gerektirmez.

Atatürkçülüğün dünü ve bugününü incelediğimizde yaşanan bu dönüşümün izleri en çok öğretilerde karşılık buluyor aslında. Bundan yirmi sene önce ele alınan ile bugünkü arasında dağlar kadar fark var. Ben ilkokuldayken Mustafa Kemal’in çok büyük bir lider olduğu ortaya konurdu ve hakkı teslim edilirdi. Ama bizlerden de bu kadar uzaklaştırılmazdı. Ana düşünce hepimizin onun gibi olabileceği, bunun için çalışmanın yeterli olacağıydı. Yani bize bu ideolojinin felsefesi öğretilirdi baskın olarak. Hepimizin onun gibi olacağı aşılanırdı.

Atatürkçülüğün dünü onun felsefesine ışık tutarken bugünü farklı yansıtıyor. Mustafa Kemal bugünün gençlerinden uzakta tutuluyor, herkesin birer Atatürk olabileceği düşüncesinden bahsedilmiyor bile. O her şeyden ve herkesten uzakta, hikmetine sual olunmaz bir kutsallık olarak ortaya konuyor. Onu kutsal bir yere koyanlar olabilir ama bunu yapanlar onun felsefesine de hâkim olabilmeliydi. Atatürk’ün dünyaya nasıl baktığı ile ilgili bir şeyler edinebilirdi. En azından çalışmayı yaşamın merkezine koyabilirdi. Bunları yapmak yerine sadece ismini haykırmak, tam da bu ideolojiye ters giden bir davranış.

Haliyle Atatürkçülük eskiden dinamik, gençleri harekete geçiren, bir rol modelin izinde çalışmayı öğütleyen, imkânsızlıkların ve olağanüstü özelliklerin değil, ilmin ve çalışmanın ön plana çıktığı bir ideolojiydi. Bugün ise tam tersi insanları pasif hale getiren, onlara oturduğu yerden bir kimlik kazandıran, ortaya koyduğu kutsallık sayesinde adını anmanın yeterli olduğu bir ideolojiye dönüştü. Onun dünü ile bugünü arasındaki temel fark budur.

Atatürkçülüğün yarını ise onun felsefesini özümsemek ile mümkün olabilir. Dünyanın gerçeklerini kavramak ve dünyaya Atatürk gibi bakabilmek hala mümkün ve hala geçerli ama önemli olan bunun siyaset üstü olduğunu bilmektir. Atatürkçülük de diğer ideolojiler gibi bir yaşam biçimidir ve yirmi iki yirmi üç yaşına gelip de herhangi bir konuda yetkin olmaya çalışmamış, bu konuda sıkıntı da görmemiş gençler onun adını anmakla aydın kimliği kazanmıyorlar. Yaşamı boyunca kültür sanat alanında bir şeyler öğrenmek zorunluluğu duymamış, kitap okumayı gerekli görmemiş, ne zaman çalışmak zorunda kalsa isyan etmiş insanlar da Atatürkçü değiller. Bunun kararını ben vermiyorum, bizzat Atatürk kendi sözleriyle böyle bir yol haritası çizmiş. Yarını aydınlatmak kültür sanat alanında yetkin olmakla, kendini gerçekleştirmekle, her gencin en az üç dört konuda yetkin olma gayreti göstermesiyle mümkün olabilir ancak. Dünyada yolu gayretle kesişmemiş hiçbir şey değer üretmez. Tembellik çağında bunlar unutulmuş olabilir, o yüzden depresyon artık normal karşılanıyor. Çünkü genel bir anlamsızlık hali var ve varoluş sancısı ergenlerde bile hissedilir olmuş durumda. Bütün bunları yok edecek olan yol belli, o yolun her tarafı da Atatürkçülük ile kesişiyor.

Yaşanan ekonomik krizi bahane edip kendini geliştirme fırsatı bulamadığından yakınanlar olabilir. Onlara bir yere kadar saygı duymakla birlikte samimiyetlerine de çok fazla inanmıyorum. Bu ülkede dolar bir lirayken de kimse kitap okumuyordu şimdi de okumuyor. Bir Türkün elinden çıkmış en nadide eser Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi resmi ve değeri 5 trilyon. Bu tablo Pera Müzesinde sergileniyor ve on yıl önce de kimse gidip bakmıyordu şimdi de kimse gidip bakmıyor. Bu nedenle ekonomik krizle bağlantılı olduğunu düşünmüyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir